Recent posts

Azamet ve Kibriya hakkında muhteşem bir bahis

Risale-i Nur’un muhteşem eseri Âyetü’l-Kübrâ’nın Mukaddimesinde yer alan, ancak Latin harfleriyle yayınlanmış eserlerde bulunmayan bölüm.

Azamet ve kibriya lüzumlu bir perdedir. Akıl ile ihata ve kalb ile görmeye manidir. Ve tam marifete sed çeker. Ve marifette ve imanın inkişafında hadsiz mertebelerin bulunmasına sebeptir. Ve marifetullahta terakki ettirmeye cazibedar bir ihticab-ı kudsîdir. Yoksa, hiçbir cihetle inkâr ve nefye sebep olamaz.

Evet, azamet bir vesile-i ihticab olduğu gibi, azametten neş’et eden ve azametin bir nevi ünvanı ve diğer bir sureti olan şiddetü’z-zuhur dahi bir vesile-i ihtifâ ve ihticabdır ki, سبحان من اختفى بشدة الظهور demişler. Evet, güneşin şiddet-i nuru, zâtını setreder; hastalıklı gözler görmez.

İkinci mesele

İmanî meselelerin fevkalhad azametini çok kolay kabul ettirip, hattâ avâmın kalblerine güzelce yerleştiren çok azametli ve çok kuvvetli ve çok kesretli burhanları ve delilleri vardır. Meselâ, Yedinci Şuada göreceksin ki, bu kâinat bütün erkân ve tabakat ve envâ’ ve efrad ve müştemilâtıyla Vâcibü’l-Vücudun vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet eden bir daire-i zikir teşkil ederek, beraberce Lâ ilâhe illâllah derler.

Meselâ, nasıl ki küçük Hüve, Hüve, Hüve’lerden mürekkep büyükçe Hüve, Hüve yazılır. Sonra bu Hüve’lerden mürekkep çok büyük bir Hüveolur.

Hem nasıl ki bir taburun hücumunda veya bir halka-i zikrin cezbesinde Allah Allah Allah derler ve onların seslerinden terekküp eden büyük ve cemaat sadâsıyla büyük bir tarzda Allah Allahkelimesi işitilir. Ve bunların seslerinden terekküp eden taburun sadâsı dahi büyük ve geniş bir telâffuzla Allah Allah Allah dediğini işittirebilir.

Aynen öyle de, bu kâinatın her bir nev’i ve o nev’in fertleri ve o fertlerin âzâları, lisan-ı hal ileLâ ilâhe illâllah derler. Birbiri içindeki büyük zikir daireleri misalimizdeki yalnız üç dört mertebe değil, belki üç yüz mertebeden geçer.  Hem büyük ve küllî zikirleri yalnız küçük fertlerin zikirlerinden neş’et etmiyor, belki her bir büyük ve küllî mevcud, büyüklüğü nisbetinde bizzat zikreder, büyük bir şahıs gibi Lâ ilâhe illâ Hû der.

Hattâ, bu Yedinci Şuanın İkinci Makamında, on dokuz daireden altıncı bir daire olan eşcar ve nebatatın şehadetlerini Ramazan’da dinlerken, hayal gözüyle gördüm ki, ağaç ve nebatlardan her birinin yaprak ve çiçek ve meyveleri kendilerine mahsus lisanlarıyla Lâ ilâhe illâ Hû dedikleri gibi, ağaçların dahi kendi lisanıyla onları şahit göstererek daha yüksek bir Lâ ilâhe illâ Hû söylediğini ve umum ağaçların nev’i dahi kendi lisanıyla kelime-i şehadet getirdiğini hayalimle gördüm ve işittim desem, bir hayaldir denilmez. Belki o derece parlak bir hakikattir ki, hayali dahi kendine meftun edip hakikat hesabına çalıştırdı.

Ben kendi kendime namazın arkasında her bir Lâ ilâhe illâllah dedikçe, fikrim o dairelerden her birisinin büyük ve küllî ve en kuvvetli bir tarzda getirdiği şehadet kelimesini ve Lâ ilâhe illâllah tevhidini dinler, belki müşahede eder. Güya her bir dairenin, meselâ arzın şehadeti arz kadar kuvvetli ve büyük ve zahir bir surette hayale görünür. Onun için, bu Yedinci Şuada bişehadeti azameti… ilh. ve bimüşahedeti azameti ihatati… ilh. fıkraları çok tekrar ederler. Bu Şua gerçi Risale-i Münacat’a benziyor ve aynı tarzda gitmiş; fakat benim için bu Şua müşahedat suretinde ve aynelyakin tarzında göründüğünden, daha kuvvetli, daha yüksek, daha tatlı, daha nurludur. Bu Şuanın birinci ve ikinci makamları bu gelen âyet-i muazzama ve muhteşeme olan:

تسبح له السموات السبع والأرض ومن فيهن وإن من شيء إلا يسبح بحمده

hazinesinin haşmetli bir nüktesi ve geniş bir tefsiri ve Ramazan-ı Şerifin bir hediyesi, bir nuru ve çok benzediği Risale-i Münacat’ın ve o münacatın menbaı olan Münacat-ı Aleviyye ve onun menbaı olan Münacat-ı Cevşeniyye-i Ahmediyye (a.s.m.) ve onun menbaı olan

إن في خلق السموات والأرض

ilh.’nin ilhamî bir ziyası ve tevhidî bir feyzi olarak hem zikir, hem fikir suretinde zuhur eden aynı kelimat-ı Arabiyeyi Ramazan’ın şerefi ve bir hatırası için aynı mükerrer kelimeleri yazıyorum. Kim isterse, mükerrer kelimeler yerine “ve hâkezâ” deyip okuya ve yazabilir. Bu hediye-i Ramazaniye bende zikir ciheti ve zikir mânâsı fikre galebe ettiğinden, sair zikirler gibi aynı kelime tekrar ediliyor.

Hem umumun neticeleri bir tek burhan olduğundan ve burhanların vecihleri birbirine benzediğinden, cümleleri aynen tekrar edilmiş. Ve bu tekrar bana usanç vermiyordu. Çünkü her bir mertebede başka bir âlemin kapısı açılıyordu. Ve o mahsus mertebe-i burhaniyenin haricinde ve kâinatın yüzünde bulunan şehadetleri ve o şehadetlerin haricî meydanı hayalime görünüyordu. O halde değil usanç, belki gayet ulvî bir zevk-i imanî veriyordu. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanda zikir mânâsı ve tilâvet ciheti dahi bulunduğundan, gayet tatlı tekraratı belâgatine belâgat katmış, noksaniyet vermemiş.

Her neyse… On dokuz nurdan ve otuz üç mukaddeme ve mertebeden terekküp eden bir tek burhan olan bu Yedinci Şua kadar vücud-u Vâcibü’l-Vücud ve vahdaniyetin ispatında daha kuvvetli bir delil ve daha kat’î bir burhan tasavvur edilmez. Ve hiç bir hükmü ve hiçbir cümlesi ve hattâ hiçbir kaydı yoktur ki, Risale-i Nur’da ispat olunmamış olsun. Hususan Münacat ve İkinci Şua risalelerinde ve onun kat’iyeti ve kıymeti ve lezzeti için ben her ne vakit sıkılsam veya sıkıntıya düşsem veya yorgunluk ve usanç getirsem, bir kere mütefekkirane okusam, hiçbir sıkıntı ve usanç kalmaz.




 

Kâinatın ve insanın şifreleri bu ahidde

 

Risale-i Nur ile Tefekkür derslerinin dokuzuncu bölüme ait video kaydı ile sunum dosyaları

Bakara sûresinin 27. âyetinde bahsi geçen “Allah’ın ahdi,” İİKV bünyesinde gerçekleştirdiğimiz Tefekkür Derslerinden dokuzuncusunun konusunu teşkil etti.

Bediüzzaman Said NursÎ, İşârâtü’l-İ’câz adlı tefsirinde Allah’ın ahdini çok geniş bir ölçekte alarak şöyle bir temsille tarif ediyordu:

“Sanki Cenâb-ı Hakkın ahdi meşiet, hikmet, inayet’in ipleriyle örülmüş nûranî bir şerittir ki, ezelden ebede kadar uzanmıştır.”

Bu tarif bizi önce “meşiet, hikmet ve inayet” kavramlarına götürdü, sonra da göklerden yere, arıdan insana kadar bütün mahlûkat taifelerinin Allah Teâlâ ile ahidlerini incelemeye sevk etti. Konuyla ilgili âyet-i kerimeleri okudukça, kâinatın şifreleri gözümüzün önünde açılıyor, bütün varlık taifeleri doğrudan doğruya Yer ve Gökler Rabbine bağlı birer ordu gibi gözler önünde beliriyordu.

En sonunda da, insanın Yer ve Gökler Rabbiyle akdettiği sözleşmeye vardık.

Bu noktada, Risale-i Nur’un insanı, kabiliyetlerini ve vazifelerini tasvir eden bahisleri, kâinatın bu en üstün varlığını gerçek üstünlükleriyle tanıtıyor, Allah ile olan ahdimizin başka hiçbir varlığa nasip olmayan çok şerefli bir mertebeye bizi namzet kıldığını açıkça gösteriyordu.

Ve, tabii, Risalelerin bütün bu açıklamaları ve harikulâde tasvirleri, bizi Kur’an-Kâinat-Sünnet üçlüsüne yönlendiriyor ve her üçünü de yakından incelemeyi hayatımızın en büyük gayesi olarak bize gösteriyordu.

Tefekkür Derslerinin 5. bölümüne ait sunumu PDF olarak şu bağlantıdan indirebilirsiniz: https://www.slideshare.net/mitimek4/allahn-ahdi-231798033

Aynı sunumu PPS formatında indirmek için de şu bağlantıyı kullanabilirsiniz: https://www.slideshare.net/mitimek4/allahn-ahdi

Dersin tam video kaydına ise şu bağlantıdan ulaşabilirsiniz:

Bir gülüşün özeti

 


Bir sinyal gelir minik bir bebeğin kafatasının içinden.

Sodyum ve potasyum iyonları yer değiştirir.

Elektrik akımı hızla yayılır. Gideceği yere, göz açıp kapayıncaya kadar ulaşır.

Yüz siniri, mesajı alır. Yedi bin sinir hattından oluşan ağın, sadece belli bölgelerine iletir sinyali.

Belirli hatlar, belirli kaslara mesajı aktarır.

Ağzın etrafında, yanaklarda, gözlerin çevresinde kaslar oynaşır.

Kaslarla beraber deri harekete geçer.

Bebek gülümser.

***

Olayın geçtiği yer, varlık âleminin en olağanüstü eseridir: insan yüzü.

El kadar bir alanda, kâinat estetiğinin bütün orantıları özetlenmiş, güzellik denen büyülü kavram bir cisme bürünüp belirmiştir. İnsan yüzünün bir benzeri yapılmaz. İsterseniz, sayısız sanatçıların hayalgüçlerinin ürünleriyle karşılaştırın insan yüzünü. Uzay filmlerindeki hayalî canlıları tek tek gözünüzün önünden geçirin. Hepsi de kaçınılmaz bir şekilde insan yüzünden yola çıkarak resmedilmiştir ve hepsi de çirkindir onların. İnsan yüzüne benzemeyen bir yüz, kimsenin ne elinden çıkar, ne aklından geçer. O güzellik ve benzersizlik, bir bebeğin yüzünde, insanlığın zekâ ve hayalgücü birikimine meydan okur.

***

Milâttan önce altıncı yüzyılda, Pisagor, “Herşeyin ölçeği insan” diyordu. O ve arkasından gelenler, insan bedenini, özellikle insan yüzünü, mükemmelliğin sembolü olarak gördüler. Bu üstün sanat eserindeki orantıları hesaplayarak, estetik anlayışlarına temel yaptılar. “Altın bölme” adıyla günümüze kadar gelen orantı, böylece ortaya çıktı.

Bir çizginin üzerinde altın bölmeyi işaretlediğiniz zaman, küçük parçanın büyük parçaya oranı ile, büyük parçanın bütün çizgiye oranı eşit çıkar. Böylece, 1/1,618 rakamını elde ederiz ki, bu sayıdaki 1,618 altın oranı verir. Bir insan yüzünde büyük küçük her öğe, her çizgi, her kıvrım, birbiriyle sayısız altın oranlar teşkil edecek şekilde yerleştirilmiştir.

***

Eğer insan yüzü bir portre gibi cansız ve hareketsiz bir güzellik sergileseydi, yine onunla rekabet edilmezdi. Fakat bir yüz hiçbir zaman hareketsiz kalmaz. O, en sakin ânında bile şekilden şekle girmekte, kendisine özgü o muhteşem diliyle konuşmaktadır.

İnsan yüzündeki hareketleri, biz derinin üzerinden izleriz. Çünkü yüzdeki hareketleri gerçekleştiren kaslar, diğer bütün kaslardan farklı olarak, deriyle de irtibatlandırılmıştır. Yüzümüz şekilden şekle girebiliyor ve sayısız anlamları dile getirebiliyorsa, bunun sebebi, yüz kaslarımızın bu özelliğindedir. Besbelli ki, insan yüzü, konuşturulmak istenmiş ve konuşacak şekilde düzenlenmiştir.

***

Yüz kaslarımız her an faaliyet halindedir. Onlar, yüzümüzde binlerce farklı anlamı dile getirirken, biz çoğu zaman bunun farkına varmayız bile. Bazan dilimiz bir anlamı ifade ederken, yüzümüz onun tersini söyler ve yalanımızı ele verir. Bir göz kırpma, bir tebessüm, bir öpücük, hiç düşünmeksizin yaptığımız şeylerdir; bu işlemleri gerçekleştirirken kafatasımızın etrafında nelerin olup bittiğini bilemeyiz. Oysa bir dostun yüzüne gülerken kullandığımız kaslar, hasmımıza kaş çatarken hiçbir işe yaramayacaktır. Kaşlarımızın inip kalkması da birbirinden farklı işlemlerdir; kasların biri onları yukarı kaldırır, bir başkası aşağı indirir. Gözkapaklarını iç taraftan kapatan kas başka, dışarıdan kapatan kas yine başkadır.

***

Yüz kasları arasında, gözlerin ve ağzın etrafına atılmış iki tane ilmek vardır ki, bunlar, yüz de dahil olmak üzere, vücudumuzun bütün kaslarından farklı şekilde düzenlenmiştir. Bu kasların hiçbir kemikle bağlantısı yoktur. Ağız etrafındaki kasın bu yapısı sayesinde biz o ve u seslerini telâffuz ederiz; öpmeyi mümkün hale getiren de yine aynı kasın bu yapısıdır. Gözlerimizi kısarken de, bu defa göz etrafındaki kaslarımızın kemiklerden bağlantısız şekilde yaratılmış olmasından yararlanırız. Küçük bir ayrıntı gibi görünen şeyler; ama hangimiz bunların herhangi birinden mahrum kalmayı göze alabilir?

***

Bir insan yüzü, sadece kaşını, gözünü oynatmakla kalmaz. O konuşur.

Nasıl konuşur ve ne söyler?

İşte onu anlatmaya sıra geldiğinde, bir bebeğin bir anlık ifadesini tercüme etmek için binlerce kelimelik sözlüklerin yetersiz kaldığını hissedersiniz.

Bir bebek gülücüğü deyip geçmeyin.

O gülücük için, o minicik vücudun derinliklerinde, sayısız hücreleri, organları ve sistemleri içine alan, son derece karmaşık ve o derece de kusursuz bir operasyon gerçekleşmektedir.

Gülen bebekse eğer, konuşan, kâinatın en göz kamaştırıcı sanat eseridir.

— Binlerce Diliyle İnsan Yüzü, Ümit Şimşek, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları

Hadislerle hayat bulanlar için muhteşem bir eser

 

M. Yaşar Kandemir hocanın 1000 hadis-i şerifi açıklamalarıyla birlikte topladığı eseri okuyucuyla buluştu.

Ünlü Hadis âlimi Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, hayatın belli başlı alanlarında bize yol gösteren 1000 hadis-i şerifi bir kitapta topladı.

Tahlil Yayınları arasında okuyucuyla buluşan eser “Hayatımıza Yön Veren Hadisler” adını taşıyor.

Yaşar hoca 982 sayfalık eserinin önsözünde şu bilgileri veriyor:

***

Biz Müslümanlar hayata Kur’ân-ı Kerim’in ve hadîs-i şerîflerin ışığında bakarız.

Ciğerlerimizin temiz havaya nasıl ihtiyacı varsa ruhumuzun da âyet ve hadislere öyle ihtiyacı olduğunu biliriz.

Çünkü biz âyet ve hadislerle nefes alır, hayat bulur, yeniden diriliriz.

Ve şu gerçeğe bütün kalbimizle inanırız:

Allah Teâlâ’nın bu ümmete en büyük lütfu, Muhammed aleyhisselâmıs peygamber, Kur’ân-ı Kerîm’i de hayat rehberi olarak göndermesidir.

Peygamberimiz Efendimiz, Kur’ân-ı Kerîm’i ümmetine hem tebliğ etmiş hem de Rabbimizin onlardan yapmalarını istediği ve uzak durmalarını emrettiği konuları bir bir açıklamış, böylece hadisler Kur’ân-ı Kerîm’de temas edilmeyen konuları vahyin ışığında ümmetine öğretmiştir.

İşte bu sebeple Müslümanlar, özellikle de gençler bu fânî âlemde nasıl yaşayacaklarını, sonsuz bir hayata nasıl hazırlanacaklarını öğrenmek için hadîs-i şerifleri çok okumak, hattâ ezberlemek durumundadır.

Bazı İslâm büyükleri, hadis öğrenmekten daha üstün bir şey olmadığını, hadis öğrenmeyenlerde hayır bulunmadığını söylemiş, hadis okumayı Peygamber Efendimizin seçkin ashâbı ile beraber olmak diye nitelendirmişlerdir.

İşte bu sebeple hadisleri öğrenmek ve ezberlemek isteyenlere kolaylık olmak üzere elinizdeki kitapta 1000 kısa hadis güvenilir kaynaklardan seçilip bir araya getirildi.

Hadis-i şeriflerin daha ilk bakışta ilgi çekmesi için onların her birine içeriğini yansıtan birer başlık konuldu.

Hadisleri açıklarken her cümleyi bir satırda ifade etmeye özen gösterildi.

Önsözün hemen ardından bir hadis kitabının nasıl okunması ve hadislerin nasıl ezberlenmesi konusunda bilgi verilmeye çalışıldı.

***

28 bölümden meydana gelen ve 1000 adet hadis-i şerifi açıklamalarıyla birlikte içine alan esere bu adreslerden erişebilirsiniz:

https://www.kitapoba.com/hayatimiza-yon-veren-hadisler

https://www.kitapyurdu.com/kitap/hayatimiza-yon-veren-hadisler/603837.html

İdol: putperest kültüründen özenti yoluyla devşirilmiş bir kelime

 

DOL: Yunancadan Latinceye, oradan da Fransızca ve İngilizceye geçmiş bir kelimedir. Asıl anlamı “put” demektir. İngilizcede mecaz olarak, taparcasına sevilen ve/veya örnek alınan kimse anlamına da kullanılır. Yanlış fikir, aldatıcı kavram mânâsına da gelir.

Maalesef bu kelime son yıllarda Türkçemizde de bazı Batı mukallitlerinin gayretleri sonucunda kullanılmaya başlamıştır. Eğer bu kullanımda kastedilen mânâ olumsuzluk içeriyorsa, bu bir derece doğru kabul edilebilir. Bu takdirde, meselâ “O, filân kişinin idolüdür” ifadesini “O, filanca kişinin putudur” mânâsında almamız gerekecektir. Çünkü bu kelime ve onun kullanım biçimleri, temelinde putperestlik yatan bir medeniyetin ürünüdür.

Ancak “örnek alınan kişi” anlamında kullanıldığı takdirde, bu kelime maksadı bir hayli aşan mânâları beraberinde getirmekte, bizim lisanımızın ve kültürümüzün genetiğini değiştirme istidadı taşımaktadır. Çünkü bizim dilimizde çok sevilen ve örnek alınmaya değer bulunan kimseler için kullanılan son derece mûnis kelimeler vardır ve bu kelimeler, ekseriyetle, bizim kudsî kaynaklarımızdan alınmıştır, bu itibarla daima bize güzel olanı gösterme ve özendirme mânâsını taşırlar. Bu kelimeleri bir yana bırakarak onun yerine putperest kültürlerden devşirme tabirleri olumlu bir şekilde kullanıma sokmak, şuurlu veya şuursuz bir şekilde, putperestlik ruhunu bir milletin kanına karıştırmaktan başka bir gayeye hizmet etmeyecektir.

Birkaç misal

Örnek alınan kişi hakkında:

“idol edinen” yerine “hayranlık duyan,” “filân kişinin hayranı” gibi tabirler,

örnek alınan kişi için ise:

rehber, örnek, numûne gibi kelimeler kullanılabilir. Bunlar hep müsbet anlamlar taşıyan kelimelerdir. Çünkü bizim kültürümüzde taklit edilmek, güzel insanlara yaraşan bir özelliktir. Güzel insanlara da güzel sözlerle anılmak yaraşır. Kötü insanları taklit etmeye veya birisini kötü bir şekilde taklit etmeye yaraşan ise, kötü sözlerdir; idol edinmek, tapmak, putlaştırmak gibi tabirlerin kullanım yeri de işte tam burasıdır. Yoksa, iyi birisini iyi bir şekilde örnek almayı “put edinmek” gibi son derece çirkin bir kelimeyle ifade etmeye kalkışmak, dilin mantığına, hele bizim dilimizin mantığına tamamen ters düşer.

Bu arada, yeni nesillere unutturulan iki tabirimizi de burada kısaca açıklayalım; açıklamakla da kalmayıp fırsat buldukça kullanalım.

numûne-i imtisal: Kendisine uyulmaya, örnek alınmaya lâyık kimse veya şey: Bitlenen, yalanan kedi, köpek, tavuk, temizlikte ve titizlikte birçok insanlara numûne-i imtisal olmaya lâyık değil midir? (Ahmet Hâşim). – Misalli Büyük Türkçe Sözlük.

üsve: (ar. i.) imtisal numûnesi, örnek olacak insan. – Ferit Devellioğlu.

üsve-i hasene: “Güzel örnek” / Kur’ân-ı Kerim’den alınmış bir tabirdir; âyetlerde Peygamberimiz ile Hz. İbrahim ve beraberindekiler için kullanılmış ve bu zâtlar bize her cihetten örnek alınacak numûne şahsiyetler olarak gösterilmiştir. (Bkz. Ahzâb, 33:21; Mümtehine, 60:4, 6.)

“Bu kelimeleri kim anlar?” diye soranlara şöyle cevap verilir:

Biz bu kelimeleri anlıyorduk. “İdol” kelimesi bu lisana nasıl sokulduysa, bu kelimelerimiz de aynı yoldan tekrar bize dönerler. Bu yol da, kelimeleri sık sık ve yerli yerinde kullanmaktan, bu şekilde kullanımlarını özendirmek ve kolaylaştırmaktan, yani bu hususta birer “numûne-i imtisal,” birer “üsve-i hasene” olmaktan geçer.

Allah katında hatırlı insanlar


Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek Ona dua edenlerle beraber sabret. Dünya hayatının tantanasını arzulayarak onlardan gözünü ayırma.

Kehf Sûresi, 18:28

ÜMİT ŞİMŞEK

BU ÂYET, toplum hayatımıza Müslümanca bir bakış açısı getiren, yaşayışımızda egemen olması gereken değerleri sağlam bir şekilde düzenleyen, bu arada, Allah yolunda hizmet edecekler için de hiç göz ardı edilmeyecek olan bir âyettir.

Bu âyet, yaşanan hayattan canlı bir kesit ortaya koyuyor. Bir zaafımıza işaret ediyor. Bu zaafın etkisinde kalarak haktan uzaklaşma ve Allah’ın kullarına zulmetme tehlikesine karşı bizi uyarıyor.

Ashab-ı Kiram, Peygamber Efendimizin yoksullarla beraber bulunmaktan, onlarla sohbet etmekten ve onların dertleriyle meşgul olmaktan asla yüksünmeyen pek yüksek bir ahlâka sahip olduğunu anlatmaktadır. Zaten onun yanında bulunanların çoğu dünyadan fazla bir nasibi olmayan kimselerdi. Fakat Kureyş’in ileri gelenleri için bu tahammül edilebilecek birşey değildi. Mevki ve servet sahibi olan ve toplum içinde saygı görmeye alışmış olan bu kimseler, aşağılık gözüyle baktıkları yoksul Sahabîlerle diz dize oturup da Resulullahın sohbetini dinlemeyi asla kibirlerine yediremiyorlardı.

Bu durum, hiç kuşku yok ki, onların aleyhine oluyordu. Çünkü bir inat uğruna ve yersiz bir gurur sebebiyle, hak dine girme imkânından kendilerini mahrum ediyorlardı.

Peki, aynı durum İslâma da zarar vermiyor muydu?

Mekke döneminin o ağır şartlarını düşünün: Bir iki tane Kureyş ileri geleni Müslüman olsa, İslâm büyük bir güç kazanmaz mıydı? Onca Müslümanın çektiği sıkıntılar hafiflemez miydi? Oysa o günler İslâmın en zor günleriydi. Bir avuç insan dünyaya karşı var olma mücadelesi veriyordu. Onların o günlerdeki ihtiyacı kadar, hangi dönemde Müslümanların yardıma ihtiyacı vardı ki?

Fakat âyet, o en çetin şartlar altında bile, servet ve iktidar sahibi olan kimselere meyledip de üç beş yoksul mü’minin ihmal edilmesine, bir kenara itilmesine, ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmesine izin vermiyor; bu kapıyı kesin bir şekilde ve ebediyen kapatıyor:

Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek Ona dua edenlerle beraber sabret. Dünya hayatının tantanasını arzulayarak onlardan gözünü ayırma.

Nedir dünya hayatının tantanası?

Para, mal, mülk, elbise, unvan, makam, iktidar, kaba kuvvet, şan, şöhret, gösteriş…

Bunlar, bu dünya hayatında geçer akçeler… Kimin elinde bunlardan bir ikisi varsa, girdiği yerde itibar görür, sözü dinlenir, önemli bir adam sayılır.

Fakat, tantanası bir yana dursun, dünya hayatının kendisi nedir ki?

Bir toz zerresinin üzerinde son saniyenin bir fraksiyonu!

Ayetler ve İbretler dizisinin ilk bölümlerini hatırlayacak olursak: Kâinattaki yüz milyarlarca galaksi içinde bizim galaksimizi, bizim galaksimiz içinde de yüz milyarlarca yıldız arasından bizim güneşimizi bulmaya, bir harita üzerinde onun yerini göstermeye insanlığın ömrü yetecek gibi değildir. Kâinatın ömrü içinde tüm insanlığın tarihi ise, 24 saatlik bir günün son saniyesi içine yerleşiyor.

İşte dünyanın tantanası olan para, elbise, şöhret, makam, unvan gibi şeyler bu toz zerresinde, bu son saniyenin içinde para ediyor!

Ve o saniyenin içinde bir an geliyor, insan, kendisini, bu değerlerin beş para etmediği bir başka âlemde buluyor—sanki burada hiç yaşamamışçasına!

O âlemde ise, insanın kalbinde ne kadar Allah korkusu taşıdığına, takvâ denen şeyden ne kadar nasiple geldiğine bakıyorlar. Orada ilim sahibi olan itibar görüyor; merhametten, muhabbetten payı olanların, Allah’a ve Resulüne gönülden bağlı olanların yıldızı parlıyor.

Onun içindir ki, Sevgili Peygamberimiz, bu dünyada horlandıkları halde Allah katında büyük bir değer sahibi olan kimselerden söz ediyor ve onları incitmemeleri konusunda insanları uyarıyor:

Saçı başı dağınık, eli yüzü tozlu, kapılardan kovulmuş öyleleri vardır ki, onlar Allah adına yemin edecek olsalar, Allah onların dediğini yapar.[1]

Ve yine bunun içindir ki, Yüce Allah, kendisine ve Resulüne iman ve muhabbetle bağlı olan bir mü’minin izzet ve şerefini, dünyanın tantanasına değişmemiş, hakka hizmet uğruna dahi olsa, bir avuç yoksul Müslümanın Peygamber dizi dibinden ayrılmasına razı olmamıştır.

O Yüce Peygamber de, Rabbinin bu emrini şükürle ve sevinçle karşılamış, “Hamd olsun Allah’a ki, sizinle sabretmeyi emretmeden canımı almadı. Hayat da sizinle olsun, ölüm de!” buyurmuştur.

Maddenin cazibesiyle kamaşan gözleri servetten, şöhretten, eşyadan, mevki ve makamdan başka şey göremez hale gelmiş şu zamanın böyle uyarılara ve böyle şükürlere ne kadar da çok ihtiyacı var!


[1] Müslim, Birr: 138.